Ayşe Buğra ile Açık Gazete’nin Sosyal Politika Forumu’ndan köşesinde, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne 5 gün kala, İngiliz düşünür ve feminist hareketin öncüsü sayılabilecek Mary Wollstonecraft’ı, eşitlik, insan hakları ve kadın hakları konusundaki eserlerini ve düşüncelerini konuştuk.
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3, 28 Mb.
3 Mart 2010 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.
Açık Gazete’nin ve Açık Gazete’nin içinde Sosyal Politika Forumu’ndan programının podcast servisine abone olmak için tıklayın.
Ömer Madra: Günaydın Ayşe.
Ayşe Buğra: Günaydın.
ÖM: Dünya Kadın Günü’ne 5 gün kala önden hareket ederek, Mary Wollstonecraft’ı konuşacağız..
AB: Mary Wollstonecraft, herhalde dünyanın ilk feministi demek yanlış olmaz. Çok önemli bir düşünür. Sadece kadın haklarıyla ilgili olarak söyledikleriyle değil, -tabii Mary Wollstonecraft’tan bahsetmek için 8 Mart’ı vesile etmemiz çok iyi oldu- ama genel olarak çok çok önemli bir düşünür. Biz bir ara, “Thomas Paine üzerine bir program yapalım” diye konuşmuştuk; Thomas Paine, insan hakları üzerine çok önemli şeyler yazmış bir düşünür. Onun yerine Mary Wollstonecraft’tan bahsetmek çok anlamlı, çünkü aynı dönemde yaşamışlar, tanışıyorlar, ahbaplıkları var. Mary Wollstonecraft’ın Kadın Hakları (A Vindication of the Rights of Woman: with Strictures on Political and Moral Subjects) adlı kitabı 1792’de yayınlanıyor. Thomas Paine’in insan hakları üzerine tartışan ilk metinlerden olan İnsan Hakları (Rights of Man)kitabı 1791’de yayımlanmış. Yani Mary Wollstonecraft’in kitabı, Thomas Paine’in İnsan Hakları kitabından 1 yıl sonra yayımlanıyor
ÖM: Evet her ikisinin de müthiş öncü oldukları söylenebilir.
AB: Bu program vesilesiyle yeni birşey farkettim, Mary Wollstonecraft 1790’da Thomas Paine’in kitabının yayımlanmasından 1 yıl önce A Vindication of the Rights of Men diye bir kitap yayımlıyor, burada ‘men’ lafını kullanıyor, çünkü ‘rights of men’ yani ‘adam hakları’ demek. 1790’da, Mary Wollstonecraft, Thomas Paine’den 1 yıl önce, ‘adam hakları’ hakkındaki ilk kitaplardan birini yazıyor. Bu konudaki ilk metinlerden birinin bir kadın tarafından yayımlanmış olması da herhalde önemli.
ÖM: Tabii Thomas Paine’e tekrar tekrar dönmeliyiz, fırsatı kaçırmış sayılmış sayılmayız; dünyanın ilk önemli gazetecilerinden biri ve müthiş popülermiş zamanında, her yazdığı risale elden ele yüzbinlerce kişiye ulaşıyormuş.
AB: Tabii. Burke’in bir Fransız ihtilali eleştirisi var, herhalde gerici demek doğru, hakaret olarak değil tabii, tam gerici Burke dünyanın büyük gericilerinden biri. Fransız ihtilaline karşı birşey yazıyor, Thomas Paine ona cevap veriyor Burke’in kitabı 30 bin satmış Thomas Paine’inki 200 bin. Bu da istatistiklere geçmiş o günlerde, tabii şimdi olsa tersi olur! Şimdi olsa Thomas Paine ve Mary Wollstonecraft gibi seslerin çok dinlendiğini söyleyemeyiz, onun için de bunlardan bahsetmek çok önemli. Bir sürü başka sebebin yanında bir de şunun için önemli; modernite eleştirisi, aydınlanma sorgulaması çok uzun zamandır yapılıyor, bunun anlamlı olduğu bir yer var, hiçbir zarar yok bunların yapılmasında, gayet faydalı olduğu bir yer de var, ama burada bir kafa karışıklığı var, postmodern düşünce ortamının kafa karışıklığı içinde neyi eleştirdiğimiz, neden eleştirdiğimiz de bazen çok açık olmuyor. Mary Wollstonecraft onun için çok önemli; çok sık şöyle bir laf söylenir “bu insan hakları denilen şey zaten ‘rights of man’dir, yani adam haklarıdır, biz eşitlikten bahsederken, eşit vatandaşlık haklarından bahsederken aslında beyaz erkeklerin haklarından bahsederiz.” Bu çok yaygın, çok söylenen, basmakalıp laf aslında. Mary Wollstonecraft’ı okuyunca, bu eşitlik idealinin, eşit vatandaşlık idealinin daha başından beri, ilk doğduğu günden beri, kadın hareketinin feminist hareketin -ki Mary Wollstonecraft’le doğduğu söylenebilir- ne kadar parçası olduğunu görüyoruz. Feminist hareketin, kadın hareketinin eşitlik fikrinden, eşit vatandaşlık hakları fikrinden ayrılmasının ne kadar tehlikeli olabileceğini de gösteriyor. Onun için herkese tavsiye ederim Mary Wollstonecraft okumayı.
ÖM: Doğrusunu ben de pek iyi tanımayanlardan biriyim, bunu itiraf etmeliyim.
AB: Gerçekten çok tanınmaya değer bir yazar. İş Bankası Yayınları da Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi adıyla kitabı çevirmiş, fakat hakkında çok az şey çıkmış kitabın. Kitap eleştirisi falan var mı hakkında diye bakındım, pek birşey bulamadım. Bu vesileyle bunu hatırlatmakta fayda var.
Mary Wollstonecraft’a ilk feminist olarak baktığımızda çok anlamlı birşeyler görüyoruz sahiden. Bugün feministlerin bazen yaptıkları pek doğru olmayan bir bakış var, kadınları yüceltmekle ilgili; Kadınların erkeklerden daha iyi olduğu yolunda bir inanca sahip olmak zorunda hisseder sanki feministler kendilerini çoğu zaman. Mary Wollstonecraft tam bunun tersini yapıyor, Kadın Hakları kitabı büyük ölçüde Rousseau’yla bir polemik. Rousseau’nun Emil adlı kitabında Emil’e layık gördüğü ideal kadın Sophie gerçekten berbat bir tip.
ÖM: Çok boyun eğen değil mi?
AB: Boyun eğen de değil, devamlı erkekleri memnun etmeye programlanmış, süslenecek püslenecek, bıcır bıcır konuşacak, ama katiyen akıllı, mantıklı birşey söylemeye gayret etmeyecek, çok narin, çok nazik, fiziksel olarak da zihinsel olarak da zayıf, ama eğlendirici, çok güzel... Böyle bir kadın tipi, ideal kadın.. Tamamen buna karşı yazıyor ve diyor ki, “Etrafıma baktığım zaman ben böyle bir sürü kadın görüyorum, kadınların çoğunun bu olduğunu görüyorum” ve oradan modernitenin içinde çok önem taşıyan, çok önemli olan bir tartışmaya giriyor. “Eğitim mi doğa mı?” Bu kadınlar doğal olarak böyle mi? Yani hakikaten kadınlar bu şekilde mi doğuyorlar, gerçekten erkeklerle eşit olamayacak bir yapıya mı sahipler doğuştan, yoksa eğitim mi bunu böyle yapıyor? Ve tabii eğitim rolünü dikkatli bir şekilde kanıtlamaya çalışıyor.
ÖM: Çok önemli sözleri var bir çok yerde; eğitim konusunda da “erkeklerle eşitliği elde edebilmenin anahtarı eğitimdir” demiş.
AB: Bağımsızlığa çok önem verdiği için eğitime çok önem veriyor. Özgürlük çok önemli birşey, akıl çok önemli bir kavram, bütün kitap boyunca en çok kullandığı kavramlardan biri akıl, mantık, muhakeme. “Kadınların fazileti, iffeti çok önemlidir,” denir ya, “muhakeme yürütemeyen, aklını kullanamayan bir insanın iffeti hiçbir anlam taşımaz,” diyor; “Öyle bir insanın sadakati köpek sadakatinden farksızdır. Siz kölenin iffetinden, faziletinden bahsediyorsunuz, oysa faziletli insan ancak muhakeme ederek bir davranış biçimi geliştiren insandır,” diyor.
ÖM: Bu bağımsızlık konusunda da 1792’de etmiş olduğu son derece önemli bir söze rastladım, “Bağımsızlığı hayatın en büyük nimetlerinden biri olarak görüyorum, her türlü erdemin temelinde bağımsızlık yatar ve bunu da ancak, ne kadar kötü şartlarda, yoksulluk ve yoksunluk içinde bulunsam da, temel isteklerimi dayatarak sağlayabilirim,” demiş mesela. Çok mücadeleci bir tavır.
AB: Öyle de yaşamış. Hayatını kendi kazanmış. Çok mütevazı bir aileden geliyor, yoksulluk ve başka sorunları da olan bir aileden geliyor, ama bunu başarmış. “Eğitim çok önemli tabii insanın nasıl bir insan olacağıyla ilgili, ama aynı zamanda bağımsız olabilme, ekonomik bağımsızlığa sahip olabilme imkânı vermesi lazım insanlara” diyor. Bu çok enteresan ve bu programda çok konuştuğumuz bir konuya bağlanıyor; çalışma, haklar, vs. Mesela Wollstonecraft, ‘yasal fahişelik’ lafını ilk kullanan kadın, “Bir kadın istemediği bir adamla sadece geçimini sağlaması için, ona bakması için evleniyorsa bu yasal fahişeliktir,” diyor. Eğitim kadının bunu yapmamasını sağlayabiliyor, yani çalışma imkânı sağlıyor, ama sadece eğitimin yeterli olmadığını da çok iyi biliyor; mesela “kamu görevlerinde kadınlara yer açın” diyor. Yıl 1792! Biz hâlâ diyoruz; “kamu alanında kadınlara istihdam olanağı açın, kadınlar çalışabilsinler erkeklerle eşit pozisyonda ki istemiyorlarsa evlenmesinler.” Kocası ölmüş ya da kocasından ayrılmış bir kadın muhtaç olmasın başkalarına, çalışabilsin, ayakta durabilsin. Dolayısıyla Wollstonecraft hayatını kazanmanın önemine vurgu yapıyor, ama bunu yaparken –bu da çok önemli- ev işini, yani evli bir kadının, çocuk sahibi bir kadının evde yaptığı işin de iş olduğunu vurguluyor. Yani sadece ücretli emekten bahsetmiyor çalışmaktan bahsederken ve bir evde çocuklarına doğru dürüst annelik eden bir kadının çalışmakta olduğu konusunda hiçbir kuşkusu yok. Bunu da çok vurguluyor ve orta sınıf kadınlara, hani Rousseau’nun ideal kadını gibi yaşamaya çalışan kadınların çocuklarını ihmal etmeleri, hizmetçilerin eline bırakıp ilgilenmemeleri üzerine de epey birşeyler söylüyor ve çocuk bakımının bir iş olduğu konusunda hiç kuşkusu yok.
ÖM: Yine 1792’de yazmış olduğu bir şey var; “kadın hem zihnen hem de bedenen sürekli zayıflatılması durumunda zaten ilk ana hizmetini, analık görevini de yapamaz ve ya daha rahminde iken embriyoyu bozar ya da doğduktan sonra bir kenara atmak zorunda kalabilir” diyor. Doğaya bakışında da çok ilginç bir şey var; “Doğa herşeyde saygı ister, her bir parçasına ve onun kurallarını çiğneyenler cezasız kalamazlar” diyor.
AB: Evet, o doğallığın bozulması, kadınların süsle püsle, sahte hoşluklarıyla doğaldan sapmalarından bahsederken de aynı şeyi söylüyor, mesela kadınların fiziksel olarak güçlü olmalarına, açık havada yaşamalarına çok önem veriyor. Sanki sağlıksızlık, narinlik, iştahsızlık, bünyesi zayıflık hoş bir özellik oluyor ya kadında, buna çok öfkeleniyor; sağlıklı, sağlam, güçlü, erkekler ne yapıyorsa onu yapabilecek güçtedir aslında kadınlar diyor. Tabii hiçbir zaman şunu unutmuyor, doğanın işbölümünü, yani annelik meselesini, çocuk bakma meselesini, ev idare etme meselesini, dolayısıyla bu konudaki farklılığı da çok dikkate alıyor. Kısaca, farklılıkla eşitliği birlikte dikkate alıyor.
ÖM: 1790’da, insan hakları üzerine yazdığı kitapta eşitlik konusu çok önemli zaten.
AB: Adam Hakları.
ÖM: ‘Adam’ı ‘insan’ yerine kullanılıyor değil mi?
AB: Tabii benim hiç aklıma gelmedi Thomas Paine’in benim haklarımdan bahsetmediği.
ÖM: O kitabında, Vindication of the Rights of Men’de de bu eşitlik meselesini çok ilginç bir şekilde vurgulamış, Wikipedia’dan da görüyorum; “Erdem ancak eşitler arasında olabilir” diyor, çok önemli ve doğru bir söz gibi geliyor bana da. Bir de günümüzün en temel kavramlarından, arayışlarından birini de ta o tarihlerde, 1792’de söylemiş; “Bu dünyada asıl ihtiyaç duyduğumuz şey sadaka değil, adalettir” diyor. Çok önemli bir söz.
AB: Önemli olan başka bir şey de şu; bugün kadın haklarından bahsederken, bir ezilen azınlık haklarından bahsediyormuş gibi konuşuyoruz. “Kadınlar eziliyor, kadınlar şiddete uğruyor, zavallı kadınlar...” Buna karşı şunu diyor Wollstonecraft; “Eğer bir toplum fertlerinin yarısını köle konumunda tutuyorsa, bir toplumda yaşayanların yarısı öteki yarısının kölesiyse, o toplum özgür toplum olamaz, o toplum medenileşemez” diyor. Yani kadınların bağımsızlığıyla toplumun bağımsızlığı tamaen eşanlamlı, bunu çok güçlü bir şekilde gösteriyor. Kitabın sonunda “insanlıktaki herhangi bir ilerleme ancak kadınların davranışlarında bir devrimle mümkün olur” diyor ve ‘devrim’i büyük harfle yazmış. “İnsanlığın ilerlemesi ancak kadınların bu bağımlılık durumundan kurtulmasıyla mümkündür” diyor. Türkiye gibi bir toplum için bu çok önemli, kadınlarla erkeklerin, birlikte yaşamaları, aynı şeylere ilgi duymaları, tartışmaları, konuşmaları... Wollstonecraft bunun karma eğitimden başladığına inanıyor, “Eğitim mutlaka karma olmalı, mutlaka kadınlarla erkekler bir arada eğitilip bir arada çalışabilecek, bir arada yaşayabilecek şekilde forme edilmeli” diyor. Bu son derece önemli. Ben bugünlerde Türkiye’de kadın istihdamıyla ilgili bir araştırma yapıyorum; sorunların çok büyük bir kısmının, toplumun kadınlarla erkeklerin bir arada yaşamadığı bir toplum olmasından kaynaklandığını düşünüyorum.
ÖM: Mary Wollstonecraft, çok kısa ömründe son derece büyük eserler vermiş, hem de çok ciddi bir mücadeleyi her zaman hayatın ön planında tutmuş. Yani sözle eylem birliği arasında çok bütünselliği olan biri, o açıdan da önemli. Mesela 1787’deki bir sözüne rastlıyorum; “Herşey mücadeleden başlıyor,” diyor. Çok önemli.
AB: Evet çok önemli. Eşitlik çok inandığı bir fikir, sonuna kadar sahip çıktığı bir fikir; kadın bunu bıraktığı anda yok olmaya mahkum diye düşünüyor, ama bunun hep farklılıkla birlikte gittiğinin de farkında. Bununla ilgili olarak bir siyaset teorisyeni Carole Pateman’ın ‘Wollstonecraft ikilemi’ dediği bir şey var; bu eşitlik ve farklılığın birlikte gerçekleştirilmesi. İkisinin birden farkına varan çözümlerin bulunması, ikisine birden önem veren çözümlerin bulunmasının çok önemli olduğunu söylüyor. Kadınlar anne olduğuna göre, ev içindeki işbölümünde ayrı bir konumları, ayrı bir rolleri var ve bunun takdir edilmesi, bunun kabul edilmesi gerekiyor. Bunun için de burada bizim birçok kez konuştuğumuz gibi, vatandaşlık gelirinin ne kadar önemli olduğunu söylüyor Carole Pateman. Pateman, Wollstonecraft’ın söylediklerinden yola çıkarak vatandaşlık gelirini savunuyor. Bu kadınların bağımsız olması ve seçimlerini bağımsız, özerk insanlar olarak yapabilmeleri açısından son derece önemli. Çünkü “gidin çalışın” demek her zaman mümkün olmuyor, her zaman çok yararlı da olmuyor öyle bir çözüm, onun için vatandaşlık gelirinin çok önemli olduğunu vurguluyor Carole Pateman Wollstonecraft’ten yola çıkarak.
ÖM: Evet bu sayede bunu konuşmuş olmak çok önemli. Wollstonecraft bu kısa ömründe mürebbiyelik de yapmış, öğretmenlik de.
AB: Mürebbiyelik yaparken o süslü püslü orta sınıf kadınları tarafından aşağılanışının etkisi de çok var kitapta. Sınıfsal çelişkilerden filan bahsetmiyor, ama eşitlik fikrini savunurken bunun gerisinde sınıf eşitsizliklerinden duyduğu rahatsızlık da var, bu çok belli oluyor kitabın üslubundan ve kendi sınıf deneyimiyle bunu çok iyi bilen biri.
ÖM: Hayat hikâyesi oldukça ilginç. Okuma yazmayı da yaşlı bir kahyadan öğrenmiş kız çocukları okula gönderilmediği için, ama sonradan da Fransızca, Almanca, İtalyanca, tercüme yapmış mesela.
AB: Tercümeler yapıyor, Adam Smith okumuş, Rousseau’yu çok iyi biliyor, çok çok okumuş biri, fakat kadınların roman okumasına çok kızıyor. “Bu kızların katiyen roman okumaması lazım, bunlar zaten böyle duygusal romantik olsunlar diye, akıllarını kullanmasınlar diye yetiştiriliyorlar bir de bu romanlar bunları iyice romantik bir dünyaya sürüklüyor” diyor. Tabii ben bundan çok hoşlanmadım roman okumasını çok seven biri olarak. Hemen aklıma Jane Austen geldi; aşağı yukarı aynı dönemde yaşamış olmaları lazım. Jane Austen de üzerinde çok düşünmeye değer, çok önemli bir kadın. Yani Jane Austen okumadı mı, ya da Jane Austen için ne düşünüyor diye büyük bir merak duydum.
ÖM: Ama kendi de roman gibi birşey yazmış.
AB: Yazmış, ama daha çok eğitici birşey, ondan sonra da çok kızıyor roman meselesine. Jane Austen biraz daha geç, Mary Wollstonecraft 1759 doğumlu, Jean Austen 1775 doğumlu ve Jane Austen’in kitapları 19. yüzyılın başında yayımlanmış. Mary Wollstonecraft 1798’de 39 yaşında ölüyor.
ÖM: Evet kızını doğururken ölüyor.
AB: Doğum sırasında ölüyor ve doğan çocuk da Mary Shelley, Frankenstein’in yazarı.
ÖM: Muazzam bir romanı yazan Mary Shelley. Kocası da William Godwin, o da anarşizmin en öncü düşünürlerinden biri.
AB: Evet kurucu aile hakikaten.
ÖM: Ailenin her ferdi acayip önemli yani.
AB: Ama Jane Austen’e yetişememiş ve bana tabii çok merak konusu oldu, “Jean Austen’i okusaydı acaba ne derdi? Bir oturup konuşsalar, neler konuşurlardı?” gibi şeyler aklıma geldi, ama Jane Austen de çok erken ölmüş;1775-1817. Kısacık hayatlara bir sürü şeyler sıkıştırmışlar.
Bugün ne kadar ileri gidildi, ne kadar aynı yerdeyiz diye düşünüyordum. Yani feminist hareket ne kadar daha güçlü, ne kadar daha etkili. Mesela bizim mecliste Bülent Arınç, 2 tane kadın milletvekiline ciddi hakaret etti; Emine Ayna’ya “yaratık” dedi, Güldal Mumcu’nun odasını basıp nasihat etmeye kalktı, arkasından “emanet” gibi bir laf kullandı. Yani arkasından da pek birşey gelmedi. AKP’nin 2 tane milletvekili, “kanı bozuk” diyenle “fişliyoruz” diyen bir ceza aldılar, kınandılar, fakat Bülent Arınç hiçbir bedel ödemedi. Kadın hareketi biraz daha güçlü olsaydı, belki “İki kadın için koskoca Bülent Arınç’ın kalbini mi kıracağız?” demezlerdi.
Ama işte çok da iyi şeyler var, Mary Wollstonecraft’ın, Türkiye’de bile bunlar oluyor diye hoşuna gidebilecek şeyler; Sabahat Tuncel kadın istihdamıyla ilgili soru önergesi veriyor aynı mecliste, Bülent Arınç’ın oturduğu mecliste o da oturuyor. Mesela, hukuk mezunu bir gazeteci, genç bir gazeteci, Ece Temelkuran, kalktı terörle mücadele kanunu kapsamında yargılanan çocukların mahkemesine avukat olarak müdahil oldu. Hukukçu bir kadının böyle bir şeyi yapıyor olması ne kadar güzel. Bunlar da biraz oluyor işte.
ÖM: Bugün, 251 yıl sonra konuşuyor olmamız da
AB: 251 yıl sonra, “Ohooo, ne kadar geride kaldı o günler, şimdi kadınlar nerede?” diyemiyoruz maalesef. Yani, “şu iyi, şu kötü onun zamanındaki gibi, şu kadar başarılı oldu, şu kadar başarısız oldu,” diye konuşuyoruz.
ÖM: Evet, “Dünyada en çok ihtiyaç duyulan şey sadaka değil, adalettir.”
AB: Kadınlar için de öyle, kadınlar için de en çok ihtiyaç duyulan şey eşitliktir ve eğer o eşitlik olmazsa, o eşitliğin adalet zemini hazırlanmazsa, hiç kimse dünyadaki özgürlükten falan bahsedecek durumda olamayacak.
ÖM: Erdem de olmaz dediği gibi.
AB: Erdem de olmaz. Dünyanın yarısı, öteki yarısına bağımlı bir vaziyette yaşıyorsa, herhangi bir şekilde adaletten, özgürlükten, demokrasiden falan bahsedilecek bir durumda değiliz demektir. Bunu vurgulaması çok güzel, yani kadınların kurtuluşu insanlığın kurtuluşudur.
ÖM: Çok teşekkürler.
AB: İyi günler.
(3 Mart 2010 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)